MISIR’IN DANSI

“Kibele. O, Efsanevi Tanrıça… Her bahar, çılgınca, bir tek erkeğe âşık olur.”
Burçay Anger

Şimdi geriye dönüp baktığımda her şey bir rüya gibi geliyor. Birkaç küçük kanıt da olmasa kendimden kuşkulanacağım. Bilgisayarımın sunduğu kanıtlar. Aklı başında biri olmasam onun yazdığına inanacağım. Çünkü ertesi gün bilgisayarımı açtığımda bana tanıdık gelmeyen yazılarla karşılaşıyordum. Bir an düşünüp, akşam yine içkiyi fazla kaçırdığıma hükmediyordum. Böylece olanlara akılcı (!) bir neden bulup rahatlıyordum.

Size, neler olduğunu aktarabilmem için üç yıl öncesine, huzursuz geçirdiğim o günlere dönmem gerek. Mutsuzluğum son safhadaydı. Çevreme de yayıyordum bunu. Karım ve kızım ne yapacaklarını şaşırmış, benden uzak durmaya çalışıyorlardı.      Hiçbir şeyi beğenmiyordum. Hangi işe el atsam sonu gelmiyordu. Evimde mobilya yapmayı severim. İki oğlumun Amerika’da olması benim için malzeme açısından büyük bir kolaylıktı. Onlar bana, malzemeyi yolluyor, ben de parçalan birleştirip masalar, sehpalar yapıyordum. Yaptıklarımı eşe – dosta göstermekten, hatta onlara armağan etmekten hoşlanıyordum. Evimin altında geniş bir bodrum vardı. Bu evi sırf bunun için almıştım. Benim için ideal bir işlik oldu. Bir bölümünü de çalışma odası hâline getirmiştim. Aşağı indiğimde dış dünyayla bağlantım kesiliyordu. İşlik, yarım kalmış eşyalar­la doluydu. Karmakarışıktı… Beş yıldır da tek bir satır bile yazamıyordum. Son romanım bana bu evi ve bir karavanı alacak kadar para kazandırmıştı.

İki gün süren, bol alkollü bir eğlence­den sonra kendime geldiğimde, bulanık gözlerle çevreme baktım. “Buradan gitmeliyim ” diye düşündüm. Boğuluyordum. Gitmek ya da ölmek. Karımı ve kızımı aşağıya çağırdım. Onlara buradan gitmek istediğimi, isterlerse benimle gelebileceklerini söyledim. Beş yıl onlara cehen­nem azabı yaşatmama karşın, benimle gelmeyi kabul ettiler.

Gecenin ileri bir saatiydi. Yine de çabucak hazırlandık. Karavanı arabaya bağlayıp, gü­neş doğmadan yola çıkabildik. Arabayı karını kullanıyordu. İyi bir sürücüdür. Benden de iyi di­yebilirim. Yüzü gergindi. Karşıdan gelen araçların farları yüzünü tamamen aydınlatıyordu. Ka­lemle çizilmişçesine çizgiler vardı yüzünde. “Ne zaman oluştu bunlar?” diye düşündüm. Du­dakları büzülmüş, kaşları çatıktı. Uzun siyah saçları gevşek bir topuzla toplandığından, dağınık bir halde yüzünü çevrelemişti. Bir zamanlar, bu yüzün benim için neler ifade ettiği aniden zih­nimden geçiverdi. Benimle evlenmeye razı etmek için ne kadar çok uğraşmıştım. İnce, uzun bedeni, bir ceylanın kıvraklığına sahipti. Şaşkınlıkla hâlâ öyle olduğunu fark ettim. Yüzü gibi, bedeni de gergindi. Bir şey bekler gibi.

Güneş iyice yükselmişti. Karavanın diyafonundan, kızımın genç sesi şakıdı. Acıkmıştı. Ben de. Buna da şaştım. Yol üstündeki benzinliklerden birine girdik. Lokantası temize benzi­yordu. Elimizi- yüzümüzü soğuk dağ suyuyla yıkadıktan sonra kahvaltı için lokantaya girdik. Yazın ortaları olmasına karşın, bulunduğumuz yer serindi. Zengince bir kahvaltı ısmarladık. Kızım, siparişlerimizin gelmesini beklerken ayaktaydı ve pencereden dışarı bakıyordu. Bizim de bakmamızı istedi, baktık. Her yan dev çam ve meşe ağaçlarıyla kaplıydı. Bir de göz alabildi­ğine uzanan üzüm bağlan. Yeşilin her tonu vardı. Biraz daha dikkatli bakınca, bağlardaki asma­larda bir gariplik olduğunu gördüm. Nasıl ayarlamışlarsa, her asma kütüğünde farklı renkte üzümler yetiştirmeyi başarmışlardı. Bir beyaz, bir kırmızı üzüm. Muhteşem bir görüntüydü.

Yiyeceklerimiz gelince kahvaltıya başladık. Masada ne varsa silip süpürdük. Gençliğim­den beri böyle çok yediğimi anımsamıyorum. Her şey son derece leziz ve güzeldi. Arabayı be­nim kullanmamı kararlaştırarak, hesabı ödedim ve kalktık. Bu kadar yemekten sonra nasıl araba kullanacağımı düşündüm bir an. Karım bana baktı. “Tamam, ben kullanırım. Sen karavana geçip, biraz uyu istersen” dedi. Karavana geçmeyi kabul etmedim. İçimi garip bir huzur sarmıştı. Karı­mın kontağı çevirmesiyle, gözümün kapanması bir oldu.

Uyuyordum, ama beynimin bir yanı, tekerleklerin ritmik sesini izliyordu. Tekerleklerden birinin, bir çukura girmesiyle gözümü açtım. Çukurdan çıktık. Karım aracı sağa çekip, durdurdu. Hava kararmıştı. Gözlerime inanamadım. Ne olduğunu sorarcasına kanma baktım. Şaşkın, kor­kulu ve bir şeyler gizler gibiydi. Kısaca “kaybolduk” dedi. Öfkeyle, neden beni uyandırmadığını sordum. Karım, “Her şey birdenbire oldu. Yol levhalarım izlerken, aniden gökyüzü karardı, gö­rüntü değişti” dedi. Çevreme baktım… Haklıydı… Ortada dağ- mağ yoktu. Göz alabildiğine her yer, mısır tarlalarıyla kaplıydı. Çok uzaklardan motor sesleri geliyor, tarlalar arasında tek-tük ışıklar görünüyordu. Yolun ilerisine baktım. Yolun bitiminde soluk bir ışığı zorlukla seçebildim. Karımla yer değişip, direksiyona ben geçtim.

Oraya varmamız pek sürmedi. Arabayı durdurup, bir an, görüntüye daldım. Bir benzin istasyonuydu baktığımız. Tek bir pompa vardı. Yanı başında da ucunda soluk ışığı yayan bir ampulün sallandığı, uzun bir direk. Çevresinde hışırdayan kavak ağaçlan. Ortada loş ışıklı büyükçe bir bina, açık pencerelerinden insan seslerinin duyulduğu. Kısık bir sesle ” Alacaka­ranlık Kuşağı dizisinden bir bölüm izler gibiyim” dedim. Karım “ben de” diye fısıldadı. Kızım diyafondan neler olduğunu sordu. Yanıtlamadım. Binanın kapısı açıldı. Ufak- tefek, sarışın bir kadın bize doğru geldi. Benden önce davranıp, araba kapısını açtı. ” Hoş geldiniz. Biz de sizi bekliyorduk” dedi. Yanıt veremeyecek kadar şaşkındım… Ne diyordu bu kadın? Kimdi? Biz neredeydik? Daha ben bu şaşkınlığı atamadan, karımla kızımın sözleri iyice afallamama ne­den oldu. Kızım karavandan çıkmış, eski bir dost gibi, kadının koluna girmişti. Kadından, geç kaldığımız için özür diliyorlardı. Şaka mı yapıyorlar diye yüzlerini görmeye çalıştım. Hayır, son derece ciddi idiler… Sonrası geldi. Beni arabadan indirdiler (İnemeyecek kadar şaşkındım). Binaya girdik. Tanımadığım, bir salon dolusu kadın, sevinçle bizi karşıladı. Salonun en ucunda ben yaşlarda tek bir erkek. Eliyle selâmladı beni. İri- yarı, Maria Callas tipinde bir kadın, göv­desine yakışan bir sesle “Ben bu kasabanın doktoruyum. Adım Zümrüt. Karşıda gördüğünüz adam eşim Zihni Nuri Belde. Sizin gibi o da bir yazar.” dedi. Adını hiç duymamıştım. Başımla selamladım adamı. Karımla kızım, kadınların arasında kaybolmuşlardı. Göremiyordum onları.

Yüzümde aptal bir sırıtış, salonun ortasında dikilmiştim. Arkamdaki kapının açıldığını hissettim. Dönüp baktım. Sarışın bir ilah vardı kapıda. Attis, Adonis, Apollon, Dionysos. Hep­si bu gencin yanında solda sıfırdı. Bedenine sıkıca oturan, siyah bir pantolon giymişti. “Sarışına kırmızı renk yakışmaz” derler. Gelip görselerdi yakışıp yakışmadığını. Teninin beyazlığını vurgularcasına parlayan, düğmesiz, kırmızı bir gömlek vardı üstünde. Fazla uzun olmayan saçlarını savurarak beni selamladığında gözlerinin yeşilini gördüm. Doğruca benim bulamadığım karımla kızımın yanına gitti. Onlara sarıldı. Belli belirsiz bir kıskançlık duydum… Her ikisinin de yüzü parlıyordu sevinçten… Hele karım… (Asırlarca önce, bana da böyle bakardı) nazikçe, delikanlı­yı yanaklarından öptü, sonra arkasını dönüp kadınlarla konuşmayı sürdürdü. Maria Callas’ın se­sini duydum. Bana sesleniyordu “Size bir açıklama borçluyuz galiba?” Hırs ve öfkeyle “evet” dediğimde, salonun aydınlık bir köşesini işaret etti. Gösterdiği yerde, şişmanca, gümüş takılar içinde falcı gibi görünen bir kadın gördüm. Doktor “Sizin bugün geleceğinizi o söyledi. İyi fal bakar. Kehanetleri tutar. Geçmişi ve geleceği iyi bilir. Sizi konuk edeceğimiz eve götürelim. Ka­lan sorularınızı orada yanıtlarız. ” Kocası da yanımıza gelmişti. Bir açıklama da onun için yaptı: Geçirdiği bir hastalık sonucu, duyuyor ama konuşamıyormuş. Binadan çıktık. Karanlık sokaklardan geçip, tek katlı bir evin önünde durduk. Anahtar kullanmadan kapıyı açtı, bir düğ­meye dokundu, ortalık aydınlandı. Bizimle birlikte kocası ve sarışın ilah da içeri girdi. Güzel bir evdi ve tek katlı değildi. Aşağıda da odalar varmış.

Bulduğumuz yere oturduk, devam etmesini istercesine ona baktık. Kısa bir sessizlikten sonra konuştu: “Sizin de fark ettiğiniz gibi tarıma dayalı bir ekonomimiz var. Mısır tarlalarımızı, ayrıca, üzüm bağlarımızı da görmüştünüz. Biz her sene, hasat kutlaması yaparız. Hasat dokuz gün sürer. Bugün ayın on dokuzu. Geç kalmanıza karşın daha üç günü­müz var önümüzde… Yalnız bu yıl ki şölenimiz farklı. Bu yıl ‘Şükran’ yılı. Beş yılda bir kutladığımız büyük gün. “

Hiçbir şey anlamadan yüzüne bakıyordum. Sanki karşı koyma yeteneğim yok olmuştu. Doktor, bana aldırmadan devam etti: “Kutlama için bir kral ve kraliçe seçeriz. Daha doğrusu kralı. Kraliçe her zaman bir yabancı olur. Kral, dördüncü hasat yılında, on yedi yaşında olan gençler arasından yarışmayla seçilir. Bütün bir yıl, istediği gibi yaşaması ve mutlu olması sağlanır. Kralımız bu delikanlı. Kraliçemiz ise…”

Burada sustu. Karıma baktı. Karım olamazdı! Hayır, değilmiş. Rahatladım. Kimdi o za­man? Sarışın Adonis’le karımın, bir arada olduklarını düşünmek rahatsız etmişti beni. Doktor sa­kince devam etti “Bu yıl ki kraliçemiz, kızınız. Bilicimizin söylediğine göre, ayın yirmi ikisin­de on sekiz yaşına girecekmiş. ” Doğruydu… Şaşkınlıktan dilim tutuldu… Ne diyeceğimi bileme­dim. Birden kalktılar ve iyi geceler dileyip gittiler.

Soru soramayacak kadar yorgun hissettim kendimi. Yalnızca yatıp uyumayı istiyordum. Umursamazlık gibi. Karımla kızım da aynı benim gibiydiler. Gözleri kapanıyordu. “Yarın ko­nuşur, ne yapacağımıza karar veririz” dedim ve birlikte aşağı indik.   Orası daha da güzeldi. Odalar, genişti ve huzur veriyordu. Karımla paylaşacağımız odanın perdelerini açtım. Gökte ay vardı. Henüz dolunay değildi. Ay ışığı, evin önünde uzanan bahçeyi, bahçenin bitimindeki gölü görmemi sağladı. Karıma manzarayı göstermek istedim, uyumuş olduğunu gördüm.

Sabah, dinlenmiş olarak uyandım. Yukarıdan gülüşmeler geliyordu. Üstüme bir şeyler ge­çirip, yukarı çıktım… Kasabanın tüm kadınları buradaydı sanki. Ortalarında kızımı gördüm. İpek bir giysi vardı üzerinde. Yeşil, dümdüz ve uzun bir giysi. Belediye başkanının eşi olduğunu söy­leyen bir kadın beni Belediye Binası’na götürdü… Kule gibi bir yapının üst katı, başkan odasıydı. Kasabanın tamamı gözler altında… Tarla ve bağlarda insanlar çalışıyor, bir yandan da şehir süs­leniyordu. Şen kahkahalar arasından duyulan müzik sesleri, bulunduğumuz yere kadar ulaşıyordu. Mısır dallan ile süslenmiş bir kamyonette, başlarında asma dallarından yapılmış taçlan ile kral ve sevgili kızım, halkı selamlayarak, alkışlar arasında geçtiler meydandan.

Üç gün böyle geçti. Yiyip içerek, neşeyle. Her şey olağanüstü bir güzellikteydi. Mistik bir düş gibi. Karımın yüzünden, yılların izi çizgiler yok olmuştu. Hayranlıkla onu seyrediyordum. Ay, gökte büyüyerek yükselirken, sanki gölle birlikte onu da etkiliyordu… Onunla yaşadığım o, iki unutulmaz muhteşem geceyi, romanlarımda kahramanlarıma yaşatmaya, okurlarıma bunu aktarmaya asla cesaret edemezdim… Öylesine gerçekdışı, öylesine güzeldi.

Sonunda, son gün geldi… Bir değişiklik sezilmiyordu. Çıplak ayaklarımızla, dev tahta ka­zanlarda üzümleri ezdik. Kasaba halkı durmadan dans edip içiyordu. Ah, o içki! “Tanrıların nek­tarı bu olmalı” diye düşündüğümü anımsıyorum. Tadı garip, hemen etkileyen bir içecek. Gece yansına doğru erkekler ortadan kaybolmaya başladılar. Sadece kadınlar. Kadınlar birer, ikişer belediye binasına doğru dans ederek, gülüşerek gidiyorlardı. Ben yazarla birlikteydim. Kadın­ları izleyip, ne yaptıklarını görmek istedim. Güçlü parmaklarıyla kolumu tutup engelledi. Cebin­den bir not defteri çıkardı. O anda gözüm dışarıya ilişti. Gölün üzerinde iki dolunay gördüm. Ara vermeden bolca içtiğim o içki neyse, etkisini gösteriyordu işte… Çift görmeye başlamıştım. Gözlerimi ovuşturup, tekrar baktım. Yine iki ay vardı. Yazara “Benim gördüğümü sen de görü­yor musun? Gökte iki ay var” dedim. Baktım, yazmaya devam ediyordu. Defter yaprağını yırtıp bana uzattı. Sarhoş bakışlarımı dengelemeye çalışarak şu satırları okudum:

“Gördüğün ikinci ay Sirius yıldızı. Beş yılda bir görünür. Bu gece kadınların gecesidir. Yalnızca kadınların bildiği ama erkeklere söy­lemedikleri bir giz yaşarlar. Bu geceye erkek olarak, sadece kral olarak seçtikleri o genç tanık olur. O da konuşmaz. Ben gördüm ve konuştum. O günden beri konuşamıyorum. Senin bir çılgınlık yapmanı engellemek için buradayım. “

Anlamaya çalışarak bir kez daha okudum. Yazara baktım. Ağzını açtı. Dili yoktu. Aynı anda kadınların binadan çıktıklarını gördüm. En önde yürüyen grup garip giysiler giymişlerdi, post gibi. Diğerleri, kral da dâhil, uçuşan beyaz giysiler içindeydiler.    Ellerinde meşaleler, şarkı söyleyerek göle doğru gidiyorlardı. Arada anlayamadığım bir sözcük haykırıyorlardı. “EVOE” veya “EVOHUİE” gibi. Küfrettim. Ne yaptıklarım görmeliydim. Bu dilsiz herif bana engel olabileceğini sanıyorsa aldanıyordu. İçki almak bahanesiyle yerimden kalktım. Dışarıdan gelen bir sese başını çevirdiğinde, sehpa üstündeki ağır vazoyu alıp, bütün gücümle kafasına vurdum. Kan içinde kalmıştı, yere yığıldı kaldı. Hemen evden çıkıp göle doğru koşmaya başladım.

Kadınlar orada, göl kıyısındaki geniş alandaydılar… O çığlık, “evoe” mi neyse… Yine onu haykırıyorlardı. Orta yerde, beyaz bir yığın vardı… Yaklaşınca bunun bir yatak olduğunu gördüm. Çevresi mısır ve çam dallan ile süslenmişti. İçki fıçıları her yerdeydi. Biraz ilerde ocak üstünde kaynayan bir kazandan buhar yükseliyordu. Tatlımsı, hoşa giden buhar bana kadar ulaşıyordu… İkişer kadın kızımla kralı, yatağın yanına getirdiler. Kadınlar, uzanıp uzanıp onları okşarken bir yandan da içki içiriyorlardı. Delikanlı zorlukla ayakta duruyordu. Kızım ise kendin­den geçmişti. Onu yatağa yatırdıklarında beni fark ettiler. Birkaç kadın beni yakaladı, kaçama­dım Beni bir ağaca bağladılar. Neler olduğunu görmemi engelleyerek, ağzıma o içkiyi zorla dolduruyorlardı. Her şey bulanıklaştı. İlahiler yükseldiğinde kadınlar diz çöktüler. Bulanan bakışlarımı netleştirmeye çalıştığımda Doktorun elinde parlak bir nesneyle, gençlerin önünde durdu­ğunu gördüm. Kendimi zorlayınca bunun bir pala olduğunu dehşetle anladım. Çılgına döndüm… Kadın benim çocuğumu öldürecekti… Kızımın yardımına koşmalıydım. Beni tutan iplerden kur­tulmaya çalıştım. Avazım çıktığı kadar bağırıyordum. Sesim, onların “evoe” çığlıkları arasında kayboldu. Çırpınmaktan vazgeçmiştim… İpnotize olmuşçasına yatağa bakıyordum… Kral çıplaktı ve kızımın üstündeydi… “Evoe”ler yükseldi yine… Doktor palayı hızla indirdi… Yine çığlık­lar… Sol eliyle havaya kaldırdığı bir şeyi onlara gösterince kadınlar hep birlikte hoplayıp zıplama­ya başladılar. Sonunda ne olduğunu anlamıştım. Bu bir “bereketi kutsama” ritüeliydi. Şimşek gibi, uyuşan beynimden Kibele, Demeler, Dionysos, Attis sözcükleri geçti… Kral’ın tohumlarını kızımın içine ve toprağa ekmişlerdi. Gencin kesik cinsel organı Doktorun elinde sallandığı anda çocuk kanlar içinde, kızımın üstüne yığıldı kaldı. Doktor bir elinde pala, bir elinde kanlı et parçası bana doğru yürümeye başladı. İtiraf etmeye utanıyorum ama kurtulmaya çalışırken, korkudan bayılmıştım.

Uyandığımda arabanın içindeydim… Lastik patlamıştı… Biz otobandaydık… Ortalık günlük güneşlikti… Çevremiz dağlarla kaplıydı… Başım ağrıyordu nedense…

************************************